“Oyun” Kavramına Bakış…
İnsan neden felsefe yapar, neden yarışır, neden sanatla uğraşır, neden yaratır ve biriktirir? Neden yasa yapar, sonra da yaptığı yasalara uymayanları cezalandırır? Neden şiir yazar insan? Neden söz yarışı yapar? Ritüelleri, mitleri, söylenceleri, ağıtları neden oluşturur? Neden inanma gereksinimi duyar ve bu duygusunu tapınma törenleriyle pekiştirir? Müzik, resim yapar ve dinler, seyreder sonra, neden? Şarkı söyler, dans eder, neden? Neden okula gider? Neden dili oluşturmuştur ve birlikte düşünceyi? Bu sorular sonsuz sayıda çoğaltılabilir?
Birbirine bağlı bu türde pek çok sorunun yanıtını “Oyun” ve “Oynama İsteği”yle ilişkilendirmek mümkündür.
Hayat evrenin sonsuzluğu içinde her insanın farklı bir yolculuğu değil midir? Ya da bir “Oyun”… Başı ve sonu belli, kendine özgü kuralları olan, oynayabilenin tadına vardığı, oynayamayanın dışında kaldığı bir oyun… Başı ve sonu olan, doğumdan ölüme döngüsel olarak uzanan bir oyun değil midir aslında hayat?
İnsanın özündeki belki de en temel istek “Oyun Oynama İsteği”dir. Tüm kültürlerin kaynağını oluşturan, insanla var olan ve ona soyut düşünme becerisini kazandırmakla birlikte, onu özgürleştiren yaratıcı bir eylemdir oyun. İnsanda doğal olarak var olan ve onda zevk duygusu uyandıran oyun ve oynama eylemi hayatın her alanına yansımıştır.
Huizinga, oyun kavramının yalnız insana özgü olmadığını söyler. Bunun nedenini; yaşamın gereksinimi olmayan ama gereksinimi bile aşan, ve eyleme anlam katan bağımsız bir unsurun rol oynamasına bağlar. Bu konudaki, oyunu niteleyen ve nedenselliğini açıklamaya çalışan; yaşam enerjisinin fazlalığından kurtulma biçimi, doğuştan gelen taklit eğiliminin hükmü altına girme, gevşeme ihtiyacı, hayatın insandan talep edeceği ciddi faaliyetlere hazırlık antrenmanı, insanın nefsine hakim olmasına katkı, egemenlik kurma arzusu , bir şey yapabilmeye veya bir şeyi belirlemeye yönelik kendiliğinden yatkınlık gibi tezleri sıraladıktan sonra, esas nedenin; oyunun heyecan, sevinç ve matraklıkla ilişkisinden hareketle “zevk vermek” gibi bir işlevi olduğunu, bu nedenle gerek hayvanlar, gerekse insanlar aleminde hiçbir rasyonel ilişkiyle temellendirilemeyeceğini belirtir.
İnsan ve Soyutlama
İnsanın “şey”leri soyutlamasının en temel örneği “dil” dir. Maddeyle, düşünülen şey arasında sürekli gidip gelen süreçte ortaya çıkan “dil”, soyutun bir ifadesi olan simgeler aracılığıyla, sesler ve sözcüklerle ifade edilen, insanın oynadığı bir başka “oyun” dur. Farklı ibadet biçimleri, insanın bu dünya ve öte dünyada kendini güvenlikte hissetmek için bulduğu ritüelistik oyunlardır. Hayatın kendi de, insan bağlamında, başı ve sonu belli olan bir oyun, bir düş olarak düşünülebilir. İnsan bu dünyada misafirdir. Kapıyı çalar, içeri buyur edilir doğanın nimetleri tarafından. Tatlı yemişlerini yerken bir yandan misafir olarak, acılarını, kederlerini, çelişkilerini de yaşar öte yandan. Zamanı dolunca biter bu misafir oyunu, vedalaşır dünyayla ve gider. “Hayat-Oyun-Düş” metaforu çok kullanılır bu yüzden tiyatro ve edebiyatta.
Özetle; oyunun bir şey için mücadele, ya da bir şeyin temsili gibi iki temel işlevi, pratik varyasyonlarında pratik bir amaca hizmet biçiminde karşımıza çıkar. Yani her oyunun mutlaka pratik bir işlevi vardır. Bu bağlamda; ritüellerden, mitlere, çocukların oyunlarından seyirlik oyunlara, kağıt oyunlarından satranca, danstan müziğe, müzikten tiyatroya, inanç sisteminden folklora, dilden felsefeye, dramadan performansa, gündelik hayatın dışına çıkarak, yani gerçek zamanı kesintiye uğratarak, belli bir yer ve zaman diliminde başlayıp, gelişip sonuçlanan “Oyun” ve “Oynama Eylemi” insanın spontane olarak kendini ifade etmek için bulduğu en önemli aktivitelerden biridir.
Tekerek, N. (2006), Oyun Kavramı’ndan Drama’ya, Drama’dan Dramatik Eğitime. Tiyatro Araştırmaları Dergisi. Sayı: 22. Ankara)